Simge Psikoloji

MAKALELERİMİZ

Category filter:Allİvet KohenLayza OvadyaSelin KasutoSezen Gücükkılınç
No more posts
ocuklar-Televizyonu-Çok-Seviyor-Ama..-1200x673.jpg


Yemek-Sorunları.jpg

Yazar : İvet KOHEN, Uzman Psikolojik Danışman

Eğer sizin çocuğunuzda makarna, pilav ve köfteden başka bir şey yemek istemiyorsa, elinizde tabakla onun peşinde koşturmaktan yorulduysanız ve onu defalarca sofraya çağırmaktan bıktıysanız, yukarıda sıralanan ya da benzer nedenlerle evinizde neredeyse bir kabus haline gelen yemek saatlerini günün en güzel zamanı haline getirmek elinizde.

Beslenme, canlının gelişimi için gerekli olan doğal bir ihtiyaçtır. Ancak, beslenme ortamı sağlıksız olduğunda, çocuk ve aile olumsuz bir şekilde koşullanacağından, bu doğal ihtiyaç çekilmez bir azap haline dönüşebilir.

Bazı annelerin çocuğun kilosu ve yeterli beslenememesi ile ilgili endişeleri, yemek satini anne ve çocuk için kabusa dönüştürebilir. Saplantıya dönüşen bu endişe ile bazı anneler, çocuğun geri çıkardığı meyva suyu miktarı kadar meyva suyunu ona tekrar içirmeye çalışırlar veya çocuk okul çağına gelinceye kadar onu ezilmiş gıda ile beslemeyi sürdürebilirler.

Çocuğun az da olsa kilo kaybetmesi ve çeşitli gıdalardan belli ölçülerde almaması yine bazı annelerin kendi annelik becerilerini sorgulamalarına yol açabilir. Yemek sırasındaki nazlanmalardan yorgun düşen anneler giderek kendilerini beceriksiz, yetersiz anne olarak görerek, istemeden de olsa dizginleri çocuklarına teslim ederler. Artık hedef “yeter ki yesin”dir. Çocuğu televizyon seyrederken, resim yaparken, oyun oynarken ya da yerde yememek için tepinirken zorla yediren, elinde tabak veya çatalla çocuğunun peşinden koşturan, yediği taktirde oyuncak alan, yalvaran, yemediğinde çok üzüldüğünü söyleyen, tehdit eden, her türlü kaprise boyun eğen anne sayısı az değildir.

Annenin yemek konusundaki aşırı duyarlılığı, bir yandan yemek yemeyi sorun haline getirir, öte yandan da anne-çocuk, anne-baba hatta aile-çocuk iletişimini zedeler. Sevmediği yemeği yemesi için ya da yeterli derecede yediği halde, tabağını sıyırması için zorlanan çocukta yemeğe karşı olumsuz bir tutum meydana gelir. Bu olumsuzluğun temelinde istenmeyen bir şeyin zorla yaptırılması yatar. Çocuğu yemek yemesi için zorlamak, onda tam tersi bir tepkiye yol açar. Zorlama ne kadar sık tekrarlanırsa, çocuk annenin bu konudaki duyarlılığını ne kadar çabuk fark ederse yemek yemeği o kadar şiddetle reddeder. Aynı çocuk okulda ya da yemeğe karşı aşırı duyarlılığı olmayan bir başka yetişkinin yanında kendi kendine hiç sorun çıkarmadan yemek yiyebilir. Bu durum yemek yedirmekte zorlanan anneleri şaşırtır, hatta kızdırır. Yemek konusunu sürekli gündemde tutan, başkalarıyla da bu konuyu çocuğun önünde tartışan anneler, çocuğun yemek konusundaki zıtlaşmasını daha da arttırırlar. Çocuklarla asla inatlaşmamak gerekir. Onlar anne babaları kadar yorgun ve sinirli olmadıklarından ve sadece o konuya odaklanabildiklerinden hep kazanırlar. Ancak tutarlı davranmayı beceren anne-babalar istediklerini yaptırmayı başarırlar.

Durumu dramatikleştirmeyin, kendinizi suçlamayın, kendinizi bir önceki kuşağın baskılarından koruyun, kendi çocuğunun her şeyi yediğini iddia eden arkadaşlarınızı dinlemeyin, umudunuzu kaybetmeyin. Çocuk eğitiminde kalıplardan kaçının, birkaç öğün az yemekle, bir tek o gün sebze yememekle, bir gün et yememekle ya da süt içmemekle çocuğun kilo kaybedebileceği ya da sağlıksız büyüyebileceği gibi yanlış bir saplantıdan kurtulun. Zorla yemek yedirme sonucu oluşacak kısır döngü içinde, çocukla aile arasında iletişimin bozulabileceğini ve sağlıksız beslenme ortamının çocukta öfke nöbetlerine sebep olabileceğini unutmayın. Yemek saatine yakın, benzer krizler yaşanacak stresiyle evde gergin bir hava eseceğini unutmayın, yemek saatlerini günün kabusu haline getirmeyin. Baskıyla, rüşvet ya da tehditle yemek yedirmek ne beden sağlığına, ne de ruh sağlığına yarar sağlayacaktır; tersine zararlı olacaktır.

Bütün gün yemek yemeyen çocuğunun en azından sütünü içiyor olması bazı anneler için en büyük teselli kaynağıdır. Ancak çocuk için en yararlı besinlerden biri olan süt, günde yarım litreden fazla içildiğinde, çocuğun diğer yiyeceklere karşı iştahını yok edecektir. Yemek yemese de, istediği kadar süt içebileceğini bilen çocuk, istemediklerini yememekte direnmeye devam edecektir.

ÇATIŞMALARI ENGELLEMENİN YOLLARI

  • Çocuk kaşığı tutup ağzına götürmeyi başardığı andan itibaren (yaklaşık 1 ;5 yaş) yiyebilir kendi kendine yemesi için teşvik edin. 2-2.5 yaşından başlayarak kendi sandalyesinde, kendi derin tabağında, döke saça da olsa bütün yemeğini kendi kendine yemesine fırsat verin. Bunun için gerekli olan sabrı gösterin.
  • Yemek ortamının sakin, keyifli, stressiz olmasına özen gösterin. Aile üyelerinin aynı sofrayı paylaşmasını sağlayın; yemek saatinde olmuyorsa en azından meyve saatinde beraber olmaya özen gösterin. Televizyonun kapalı olmasına ve tüm ailenin bir arada olabildiği bu zamanın günlük olayların paylaşıldığı, duygu ve düşüncelerin aktarıldığı bir sohbet havasında geçmesine özen gösterin.
  • Kendi kendine yemek alışkanlığını oturtmak için, büyük bir tabağa çok az miktarda yemek koyun; hem tabağındaki yemek miktarı çocuğun gözünü korkutmamış olacak, hem de çocuk tabağındakini yiyip bitirmiş olmanın keyfini yaşayacaktır. Sofrada sevdiği türden yemeğin bulunmasına dikkat edin. Çocuğa bu alışkanlığı kazandırdıktan sonra, sevdiği yiyeceklerle beraber yemesi gereken diğer yiyeceklerden de tabağına koyun ve bunları yemediği takdirde sevdiği yiyeceklerden kesinlikle daha fazla vermeyin. Bir süre sonra karnını doyurması için diğer yiyeceklerden de denemesi gerektiğini öğrenecektir. Tüm bunları yaparken oldukça sakin bir ses tonuyla yumuşak bir yaklaşım sergileyin. Çocuğunuzun kendi tabağına istediği kadar yiyeceğini koymasına izin verin.
  • Sofraya gelmek istemeyen çocukla güç mücadelesine girmekten kaçının, televizyondaki program bitince ya da saat çalınca sofraya oturulacağını ona anlatın. O sofraya gelse de gelmese de siz yemeğinize devam edin. Bitirdikten sonra ya da saptadığınız bir süreden sonra sofrayı kaldırın. Zamanında gelemiyorsa bir sonraki sefer için yüreklendirin ve bir sonraki öğüne kadar farklı bir yiyecek vermeyin.
  • Yemek yerken onun tabağıyla ilgilenmemeye hatta ona bakmamaya özen gösterin. Yediğinde yemediğinden daha çok ilgi göreceğini öğretmek için daha önce yemediği herhangi bir şeyi yediğinde ya da tabağındakini bitirdiğinde onu yüreklendirin, yemediğinde veya az yediğinde onunla ilgilenmeyin.
  • Okul öncesi çocukların zevklerinin bir gecede değişebileceğini, çocuğun bir gün favorisi olan bir yiyeceği ertesi gün geri çevirebileceği gerçeğini doğal karşılayın. Yiyecekleri zaman zaman seçmesine izin verin. Yeni besini çocuk açken ve az miktarda verin. Çocukta herhangi bir olumsuz tepki görülmezse miktarı arttırın. Yeni bir besine alıştıktan birkaç gün sonra yeni bir besin deneyin. Daha az sevdiği yiyecekleri farklı şekillerde hazırlayın. Her yeni yemekten mutlaka bir kaşık tatmasına çaba gösterin ancak tattıktan sonra hiç hoşlanmadığı bir yiyecekte ısrarlı davranmayın. Gerçekten sevmediği bu yemekler sunulduğunda kibarca reddetmesini öğretin. Ayrıca alerjisi olduğu yemekleri kararlılıkla reddetmesi gerektiğini de öğretin.
  • Belli bir gün yemek listesini onun hazırlamasına izin verin. Belki de sizin hazırladığınız birkaç seçenekli bir listeden o karar verebilir.
  • Çocuğunuzu öğünlerde yemek yemeye alıştırın, yemek saati kavramını yerleştirin. Böylece vücudu ona yemek yeme zamanının geldiğini söyleyecektir. Öğün aralarında verilen abur cuburu kısıtlayın, her an ağzına bir şey tıkıştırmaktan vazgeçin, sevdiği çikolatayı öğün sonralarına saklayın.
  • Siz de öğün atlamadan, masa başında ve sağlıklı yiyecekler yiyerek ona örnek olun.
  • Çocuğunuzu alışverişe, planlamaya, sofra hazırlamaya ve servise yardıma teşvik edin. Çocuk hazır olur olmaz onu bekletmeden hemen yemek koymaya özen gösterin.
  • Damak zevkinin zamanla değiştiğini unutmayın. Çocukların çoğu büyüdükçe yeni lezzetler denemeye ve eskiden reddettiklerini tatmaya başlarlar. Sabırlı olun.

Bu önerileri uygulamaya karar verdiğinizde her konuda olduğu gibi burada da kararlı davranmak yani geri adım atmamak çok önemlidir. Bir süre kararlı davrandıktan sonra pes edip çocuğun kaprisine boyun eğmek işinizi zorlaştıracak, yemek alışkanlığının yerleşmesini geciktirecektir. Kararlı davranmak, sakin olmak ve çocuğun yemek sorununu umursamıyor görünmek ise yemek saatlerini kabus olmaktan kurtaracaktır.

Okul öncesi dönemde sorun olarak ortaya çıkan beslenme problemleri, ileriki yıllarda daha ciddi sorunlara dönüşebilir. Anne ya da babasıyla ilk çocukluk yıllarında yemekte güç mücadelesine girmiş olan bir çocuk, büyüdüğünde ya da ergenliğinde beslenme bozuklukları geliştirebilir.

Küçük yaşlarda yemek sorunu yaşamış veya yaşamamış olan ergeniniz uzun zamandır iştahsızsa, kilo kaybetmişse, kendisini banyoya kilitleyip kusuyorsa veya yememekten yorgun düşmüşse önce bir çocuk doktoruna; tıbbi açıdan bir problem yoksa bir psikoloğa başvurmayı ihmal etmeyin.


36-Eyvah-Çocuğum-Hırsız-Mı.jpg

Yazar : İvet KOHEN, Uzm. Psikolojik Danışman

Çocuklar, yaşları ilerledikçe fiziksel olarak büyük bir hızla gelişirken ruhsal olarak da yaşlarına uygun olarak değişimler gösterirler. Mesela çocuğunuz 3-4 yaşında arkadaşlarının elinden oyuncaklarını alabilir; 6-12 yaşında bağımsızlık isteğiyle sizden uzaklaşabilir ya da 13 yaşına geldiğinde biraz macera yaşamak için kendisine ait olmayan bir eşyayı arkadaşının evinden ya da çantasından sormadan alabilir.

Birisi ona aksini söyleyene kadar dünyadaki her şey okul öncesi çocuğa ait olduğundan, bu çağdaki çocuğunuza sizin onayınız olmadan başkalarına ait şeyleri almamasını öğretmek için asla geç değildir. Kendilerininki gelişene kadar anne babaları onların vicdanıdır. Bu nedenle, sizin kanatlarınızın altında olmadığı zamanlar onun toplumca kabul edilen, onaylanan şekilde davranmasını sağlamak için, ne zaman başkalarına ait bir şeyi alırsa, bu eyleminin yanlışlığını ve sonuçlarını ona gösterin. Bu konuda temel bir kural şöyle olabilir; “Bir şeyi almadan önce bana sormalısın, eğer olur dersem, alabilirsin.”

Çocuklar altı yaşından önce neyin kendilerine ait olduğunun, neyin olmadığının bilincinde olmayabilirler. Üç-dört yaşlarındaki çocuklar başkalarının oynadığı oyuncakları, kendileri oynamak istedikleri için onların ellerinden alabilirler.

Okul öncesi ve anaokulu yıllarında çocuklar, sosyal düzen hakkında bir şeyler öğrenmektedirler. Özellikle de aile içi ilişkiler, çocuklar tarafından dikkate alınmaktadır. Bu dönem çocuğun aile ile içli dışlı olduğu bir dönemdir.

6-12 yaş; yaşasın bağımsızlık…

Çocuklar altı yaşından 12 yaşına kadar, giderek artan bir şekilde psikolojik ve fiziksel olarak anne-babalarından bağımsızlaşmayı sürdürürler ve kendi kendilerini yönetmek isterler. Bu yaşlarda okulla ve akranlarıyla meşguldürler ve kendilerine anne babalarının izleyen, sakınan bakışlarından, koruyuculuklarından uzakta bir yön çizmektedirler. Onlar, bu yaşlarda yeni arkadaşlıklar kurmak, akranlarıyla rekabet etmek, öğretmenlerinin isteklerini yerine getirmek gibi yeni zorlukları göğüslemektedirler. Böylelikle baskıların arttığı ve sosyal yaşantının kurallarına tam anlamıyla adapte olamadıkları bir aşamada diğerleriyle rekabet etme ve kendilerini gösterme istekleri de artar; dürüst davranmamayı, durumu kurtarmak açısından, uygun bir yol olarak görebilirler.

Oysa, okula başlayan çocukların sahiplenme duyguları da gelişir ve kendilerine ait olan eşyalara, odalarına ve evdeki etkinliklere dair ilgileri artar. Tüm bu ihtiyaçlar yedi yaş civarındaki çocuklarda daha da yoğunlaşır.

Bu yaştaki çocuklar kendilerini istedikleri bir şeyden mahrum hissettikleri için öğretmenlerinden, arkadaşlarının evinden veya arkadaşın kendisinden bir eşya alabildikleri gibi kendilerine ve arkadaşlarına çikolata almak için evden para da alabilirler.

Başkalarına ait olan şeyi izinsiz alan yedi yaşındaki çocuk, genellikle yaşıtlarından daha az popüler olan çocuktur. Bu alma eylemi duygusal bir boşluğu doldurmak veya yoksunluk duygusunun yansıtılması için bir yol olabilir. Bazen de çocuk sahip olmadığı takdirde kabul görmediğinden, eksikliğini hissettiği bir şeyi almış olabilir. Bazen bu eylem, bir kızgınlık veya düşmanlık gösterisidir. Bazı kuramcılara göre; izinsiz başkasının eşyasını alan çocuklar, yoksunluk, kıskançlık, kızgınlık ve kırgınlık duygularıyla doludur.

İlkokul çağındaki çocuklar başkalarına ait eşyaları izinsiz aldıklarında bu davranışın uygun olmayan davranış kategorisine girdiğinin farkındadırlar. Özellikle mülkiyet duygusunun belirdiği 8 yaşından itibaren, mülkiyet konusundaki düşüncelerinde herhangi bir belirsizlik yoktur. Bu yaş grubundaki çocuklar birkaç nedenden dolayı başkalarının eşyalarını alabilirler:

  • Alma isteği dayanılmaz yoğunluktadır.
  • Anne babaları bu eşyayı onlara satın almayı kabul etmemiştir.
  • Parasal açıdan karşılayamayacakları bir şeyi isterler.
  • Akranlarının baskısı (popüler olmak ya da ilgi çekmek için) vardır.
  • Üzgündürler ve daha fazla maddi kaynak edinmenin iyi geleceğini düşünmektedirler.
  • Başka bir konuya öfkelenmişlerdir ve almak, farkına varılan bir haksızlıkla ödeşme ya da otoriteye karşı tavır alma, onu bastırma biçimidir.
  • Anne babalarının dikkatini çekmek isterler,
  • Duygusal açıklarını gidermek, sevgi açıklarını kapatmak üzere izinsiz alırlar. Bunun anlamı şudur; sizin veremediğiniz sevgiyi ben kendi olanaklarımla aldım.

13 yaşa dikkat!

“Çocuk suçluluğu” açısından değerlendirildiğinde, 13 yaşın hırsızlık eyleminin göze battığı bir yaş olarak dikkati çektiği görülür. Tabii ki bu yaş, fiziksel, psikolojik ve sosyal açıdan hızlı bir değişimin yaşandığı bir evredir ve etkileme amacıyla hırsızlık yapılması olasıdır. Özellikle macerapestlik çocuğu çalmaya yönlendirebilir.

Çocuklar anne babaları ile gittikleri bir oyuncakçı veya şekerci dükkanında beğendikleri ancak aldıramadıkları bir oyuncağı ya da şekeri kimsenin görmediği bir sırada alma yoluna gidebilirler. Durum fark edildiğinde ebeveyn çocuğunu dükkana geri götürmeli ve dükkan sahibinden özür diletmelidir.

Ebeveyn, çocuğunun başkasına ait herhangi bir şeyi aldığını öğrendiğinde, doğal olarak üzülür. Böyle bir durumda anne babalar çoğunlukla kendilerini küçük düşürülmüş hissederler ve çocuklarının iyi ahlaklı olması konusunda kaygılanırlar.

Başlangıçta çocukla sakin bir şekilde konuşmak güç olabilir. Ancak anne babalar örneğin; “hırsız” gibi damgalayıcı ifadeler kullanmak ya da “gözlerden uzak olduğunda artık sana hiç güvenemem” veya “sonunda tutuklanıp yaşamının geri kalanını cezaevinde geçireceksin” gibi aşırı uç genellemeler yapmaktan ve sert azarlamalardan kaçınırsa, çocuklarına daha çok yardımcı olacaklardır.

Çocuğunuzun başkasına ait bir şeyi izinsiz aldığını öğrendiğinizde, onun bu davranışının yanlış bir şey olduğunu anlamasını sağlamanız çok önemlidir. Onu utandırmak veya alay etmek yerine, basit açıklamalarda bulunmak en sağlıklı yaklaşımdır. Ona “sana ait olmayan şeyleri alman hiç uygun bir davranış değil. Birinin oyuncaklarını veya giysilerini alması senin de hoşuna gitmezdi. Başkalarının eşyalarını alırsan insanlar sana güvenmez, eşyalarını seninle paylaşmaktan kaçınırlar. Onlara haksızlık etmiş olursun. Bu eşyayı edinebilmek için ya çok çalışmışlardır ya da onlara birisi tarafından hediye edilmiştir. Aldığın bu eşyayı sahibine geri vermelisin ve ondan özür dilemelisin ” gibi sözler söylemek uygun olur.

Başkalarına ait bir eşyayı aldıkları anlaşıldığında, topluluk içinde bunu itiraf etmek zorunda bırakıldıklarında ya da aldıkları eşyayı geri vermeleri gerektiği zaman, çocuklar genellikle utanç duyarlar. Ebeveynin bunun üstüne daha fazla utanç yaşatmaması gerekir. Çocuklar duydukları utançtan dolayı çok acı çektiklerinde, deneyimlerinden ders almayabilirler. Başkasının eşyasını almanın nedenine ve davranışlarını nasıl değiştireceklerine ilgisiz kalıp kaygılanmıyormuş gibi davranabilir, hatta bu konuda hiç düşünmeyebilirler.

Suçlamak yerine…

Anne babaların öncelikle başkasına ait olan bir nesneyi almaya yol açan güdülenimi anlamaları gerekir. Anne babalar çocuklarının duygularını ve duruma bakış açılarını anlamaya zaman ayırmalı ve sonra da sorunun kökenine inmeye çalışmalıdırlar. Bu amaçla izlenmesi gereken yol; bu davranışa neden olan etkenleri belirlemek, tekrarı halinde uzman bir pedagog danışmanlığında çözüm aramak olmalıdır. Ancak hareket noktası suçlamak yerine nedenleri araştırmak, cezalandırmak yerine destekleyici bir yaklaşımla iyileştirmeye çalışmaktır. Sorunun kökenindeki nedenler ele alındığı takdirde; davranışının sonucunda birtakım olumsuzluklarla karşılaşan çocuk, başkasına ait bir şey almanın gerçekte her iki tarafa da ne kadar zarar verdiğinin farkına varacak ve bu davranış artık son bulacaktır.

  • Çocuklar aile bireylerinden veya arkadaşlarından izinsiz eşya aldıkları durumlarda özür dilemeli, aldıkları eşyayı geri vermeli ya da eşyanın bedelini karşılamalıdır.
  • Geçmişte yapılan hatalarını yüzüne vurmayın. Çocuğunuza geçmişteki bir çalma olayını hatırlatmayın. Geçmişi tazelemek, ona doğruyu değil, neyin yanlış olduğunu yeniden öğretecektir.
  • Onu damgalamayın. Çocuğunuza hırsız gibi damgalar vurmayın çünkü buna göre davranmaya başlayacaktır.
  • Ona izinsiz alıp almadığını sormayın. Böyle bir soru sormak yalnızca yalana teşvik eder. Cezalandırılacağını bildiğinden, bundan kurtulmak için yalan söyleyecektir.
  • İzinsiz bir şey aldığından kuşkulanıyorsanız, üzerini aramaktan çekinmeyin, üzerini arayarak durumu kesinleştirin. Eğer bir şey bulursanız “üzgünüm sana ait olmayan bir şeyi almışsın” diyerek gerekeni yapın.

Başkalarına ait eşyaları alma eylemindeki hareket noktası; suçlamak yerine nedenleri araştırmak, cezalandırmak yerine, destekleyici bir yaklaşımla iyileştirmeye çalışmak olmalıdır.


Başkasına-Ait-Bir-Şeyi-Almak.jpg

Yazar : İvet KOHEN, Uzman Psikolojik Danışman

Birisi ona aksini söyleyene kadar dünyadaki her şey okul öncesi çocuğa ait olduğundan, sizin onayınız olmadan başkalarına ait şeyleri almamasını öğretmek için asla geç değildir. Kendilerininki gelişene kadar anne babaları onların vicdanıdır.

Bu nedenle, sizin kanatlarınızın altında olmadığı zamanlar onun toplumca kabul edilen, onaylanan şekilde davranmasını sağlamak için, ne zaman başkalarına ait bir şeyi alırsa, bu eyleminin yanlışlığını ve sonuçlarını ona gösterin. Bu konuda temel bir kural şöyle olabilir: “Bir şeyi almadan önce bana sormalısın, eğer olur dersem, alabilirsin.”

Çocuklar altı yaşından önce neyin kendilerine ait olduğunun, neyin olmadığının bilincinde olmayabilirler. Üç-dört yaşlarındaki çocuklar başkalarının oynadığı oyuncakları, kendileri oynamak istedikleri için onların ellerinden alabilirler.

Okulöncesi ve anaokulu yıllarında çocuklar, sosyal düzen hakkında bir şeyler öğrenmektedirler. Özellikle de aile içi ilişkiler, çocuklar tarafından dikkate alınmaktadır. Bu dönem çocuğun aile ile içli dışlı olduğu bir dönemdir.

Çocuklar altı yaşından on iki yaşına kadar, giderek artan bir şekilde psikolojik ve fiziksel olarak anne-babalarından bağımsızlaşmayı sürdürürler ve kendi kendilerini yönetmek isterler. Bu yaşlarda okulla ve akranlarıyla meşguldürler ve kendilerine anne babalarının izleyen, sakınan bakışlarından, koruyuculuklarından uzakta bir yön çizmektedirler. Onlar, bu yaşlarda yeni zorlukları göğüslemektedirler; yeni arkadaşlıklar kurmak, akranlarıyla rekabet etmek, öğretmenlerinin isteklerini yerine getirmek gibi. Böylelikle baskıların arttığı ve sosyal yaşantının kurallarına tam anlamıyla adapte olamadıkları bir aşamada diğerleriyle rekabet etme ve kendilerini gösterme istekleri de artar, dürüst davranmamayı, durumu kurtarmak açısından, uygun bir yol olarak görebilirler.

Oysa, okula başlayan çocukların sahiplenme duyguları da gelişir ve kendilerine ait olan eşyalara, odalarına ve evdeki etkinliklere dair ilgileri artar. Tüm bu ihtiyaçlar yedi yaş civarındaki çocuklarda daha da yoğunlaşır.

Bu yaştaki çocuklar öğretmenlerinden, bir arkadaşlarının evinden veya arkadaşın kendisinden bir eşya alabilirler. Belki kendilerini istedikleri bir şeyden mahrum hissettikleri için düşünmeden bu nesneyi alırlar ya da okuldaki arkadaşlarıyla paylaşmak için veya kendilerine ve arkadaşlarına çikolata almak için evden para alabilirler.

Başkalarına ait olan şeyi izinsiz alan yedi yaşındaki çocuk, genellikle yaşıtlarından daha az popüler olan çocuktur ve belki bu alma eylemi duygusal boşluğu doldurmak içindir ya da almak, yoksunluk duygusunun yansıtılması için bir yoldur. Bazen de çocuk sahip olmadığı takdirde kabul görmez, eksikliğini hissettiği bir şeyi almış olabilir. Bazen bu eylem, bir kızgınlık veya düşmanlık gösterisidir. Bazı kuramcılara göre; izinsiz başkasının eşyasını alan çocuklar, yoksunluk, kıskançlık, kızgınlık ve kırgınlık duygularıyla doludur.

İlkokul çağındaki çocuklar başkalarına ait eşyaları izinsiz aldıklarında bu davranışın uygun olmayan davranış kategorisine girdiğinin farkındadırlar. Özellikle mülkiyet duygusunun belirdiği 8 yaşından itibaren, mülkiyet konusundaki düşüncelerinde herhangi bir belirsizlik yoktur. Bu yaş grubundaki çocuklar birkaç nedenden dolayı başkalarının eşyalarını alabilirler:

  • Alma isteği dayanılmaz yoğunluktadır.
  • Anne babaları bu eşyayı onlara satın almayı kabul etmemiştir.
  • Parasal açıdan karşılayamayacakları bir şeyi isterler.
  • Akranlarının baskısı (popüler olmak ya da ilgi çekmek için) vardır.
  • Üzgündürler ve daha fazla maddi kaynak edinmenin iyi geleceğini düşünmektedirler.
  • Başka bir konuya öfkelenmişlerdir ve almak; farkına varılan bir haksızlıkla ödeşme ya da otoriteye karşı tavır alma, onu bastırma biçimidir.
  • Anne babalarının dikkatini çekmek isterler,
  • Duygusal açıklarını gidermek, sevgi açıklarını kapatmak üzere izinsiz alırlar. unun anlamı şudur: Sizin veremediğiniz sevgiyi ben kendi olanaklarımla aldım.

“Çocuk suçluluğu” açısından değerlendirildiğinde, on üç yaşın hırsızlık eyleminin göze battığı bir yaş olarak dikkati çektiği görülür. Tabii ki bu yaş, fiziksel, psikolojik ve sosyal açıdan hızlı bir değişimin yaşandığı bir evredir ve etkileme amacıyla hırsızlık yapılması olasıdır. Özellikle macerapestlik çocuğu çalmaya yönlendirebilir.

Çocuklar anne babaları ile gittikleri bir oyuncakçı veya şekerci dükkanında beğendikleri ancak aldıramadıkları bir oyuncağı ya da şekeri kimsenin görmediği bir sırada alma yoluna gidebilirler. Durum fark edildiğinde ebeveyn çocuğunu dükkana geri götürmeli ve dükkan sahibinden özür diletmelidir.

Ebeveyn, çocuğunun başkasına ait herhangi bir şeyi aldığını öğrendiğinde, doğal olarak üzülür. Böyle bir durumda anne babalar çoğunlukla kendilerini küçük düşürülmüş hissederler ve çocuklarının iyi ahlaklı olması konusunda kaygılanırlar. Başlangıçta çocukla sakin bir şekilde konuşmak güç olabilir. Ancak anne babalar; sert azarlamalardan – Örneğin; “hırsız” gibi damgalayıcı ifadeler kullanmak ya da “gözlerden uzak olduğunda artık sana hiç güvenemem” veya “sonunda tutuklanıp yaşamının geri kalanını cezaevinde geçireceksin” gibi aşırı uç genellemeler yapmak – kaçınırsa, çocuklarına daha çok yardımcı olacaklardır.

Çocuğunuzun başkasına ait bir şeyi izinsiz aldığını öğrendiğinizde, onun bu davranışının yanlış bir şey olduğunu anlamasını sağlamanız çok önemlidir. Onu utandırmak veya alay etmek yerine, basit açıklamalarda bulunmak en sağlıklı yaklaşımdır. Ona “sana ait olmayan şeyleri alman hiç uygun bir davranış değil. Birinin oyuncaklarını veya giysilerini alması senin de hoşuna gitmezdi. Başkalarının eşyalarını alırsan insanlar sana güvenmez, eşyalarını seninle paylaşmaktan kaçınırlar. Onlara haksızlık etmiş olursun. Bu eşyayı edinebilmek için ya çok çalışmışlardır ya da onlara birisi tarafından hediye edilmiştir. Aldığın bu eşyayı sahibine geri vermelisin ve ondan özür dilemelisin. ” gibi sözler söylemek uygun olur.

Başkalarına ait bir eşyayı aldıkları anlaşıldığında, topluluk içinde bunu itiraf etmek zorunda bırakıldıklarında ya da aldıkları eşyayı geri vermeleri gerektiği zaman, çocuklar genellikle utanç duyarlar. Ebeveynin bunun üstüne daha fazla utanç yaşatmaması gerekir. Çocuklar duydukları utançtan dolayı çok acı çektiklerinde, deneyimlerinden ders almayabilirler. Başkasının eşyasını almanın nedenine ve davranışlarını nasıl değiştireceklerine ilgisiz kalıp kaygılanmıyormuş gibi davranabilir, hatta bu konuda hiç düşünmeyebilirler.

Anne babaların öncelikle başkasına ait olan bir nesneyi almaya yol açan güdülenimi anlamaları gerekir. Anne babalar çocuklarının duygularını ve duruma bakış açılarını anlamaya zaman ayırmalı ve sonra da sorunun kökenine inmeye çalışmalıdırlar. Bu amaçla izlenmesi gereken yol; bu davranışa neden olan etkenleri belirlemek, tekrarı halinde uzman bir pedagog danışmanlığında çözüm aramak olmalıdır. Ancak hareket noktası suçlamak yerine nedenleri araştırmak, cezalandırmak yerine destekleyici bir yaklaşımla iyileştirmeye çalışmaktır. Sorunun kökenindeki nedenler ele alındığı takdirde; davranışının sonucunda birtakım olumsuzluklarla karşılaşan çocuk, başkasına ait bir şey almanın gerçekte her iki tarafa da ne kadar zarar verdiğinin farkına varacak ve bu davranış artık son bulacaktır.

Kısacası; başkalarına ait eşyaları alma eylemindeki hareket noktası; suçlamak yerine nedenleri araştırmak, cezalandırmak yerine, destekleyici bir yaklaşımla iyileştirmeye çalışmaktır.

Çocuklar aile bireylerinden veya arkadaşlarından izinsiz eşya aldıkları durumlarda özür dilemeli, aldıkları eşyayı geri vermeli ya da eşyanın bedelini karşılamalıdır. Geçmişte yapılan hatalarını yüzüne vurmayın. Çocuğunuza geçmişteki bir çalma olayını hatırlatmayın. Geçmişi tazelemek, ona doğruyu değil, neyin yanlış olduğunu yeniden öğretecektir.

Onu damgalamayın. Çocuğunuza hırsız gibi damgalar vurmayın çünkü buna göre davranmaya başlayacaktır.Ona izinsiz alıp almadığını sormayın. Böyle bir soru sormak yalnızca yalana teşvik eder. Cezalandırılacağını bildiğinden, bundan kurtulmak için yalan söyleyecektir. İzinsiz bir şey aldığından kuşkulanıyorsanız, üzerini aramaktan çekinmeyin, üzerini arayarak durumu kesinleştirin. Eğer bir şey bulursanız üzgünüm sana ait olmayan bir şeyi almışsın diyerek gerekeni yapın.


Okul-Fobisini-Yenmek.jpg

Yazar : İvet KOHEN, Uzman Psikolojik Danışman

Eğer bir kelimenin sonuna “fobi” eklenmişse, hemen bir şeylerden korkulduğunu düşünürüz. Ancak okul fobisi gelişen çocukların okula gitmek istememelerinin tek nedeni okuldan korkmaları değil. Çocuğa bu konuda yardımcı olabilmek için her şeyden önce okul fobisinin ne olduğunu anlamak ve hem öğretmen hem de okul psikoloğuyla işbirliği yapmak gerekiyor.

Okul fobisi çok fazla çocukta ortaya çıkmaz fakat sizin çocuğunuzda varsa okul fobisinin ne olduğunu ve çocuğunuzun daha iyi, üretken bir okul deneyimi kazanmasına yardımcı olmak için rehber öğretmeniyle ya da okul psikoloğu ile nasıl işbirliğine gireceğinizi bilirseniz, biraz rahatlayabilir ve çocuğunuza da yardımcı olabilirsiniz.

Okul fobisi teriminden, basitçe çocuğun okuldan ya da oradaki bir şeyden korktuğu anlaşılabilir. Bu, duygularını bir şekilde etkilese de, okul fobisi ayrılık kaygısından daha fazla şeyi içerir. Ayrılık kaygısını birçok çocuk, ana babalarından ayrılacakları ve kendi yaşamlarını oluşturacakları zamanlarda normal olarak yaşamaktadır.

Yaşamlarının belli bir döneminde ayrılık kaygısı yaşasalar da çocukların çok azı okul fobisi geliştirir. Okul fobisi tam anlamıyla bir okul korkusu olmasa da, çocuğunuzun gerçekten okulda bir şeyden korktuğu olasılığını göz ardı edemezsiniz. Bu bazı durumlarda, gerçek bir korku ve ayrılık kaygısının bileşimidir.

Okul fobisi nasıl gelişir?

Bir çocuğun okul fobisini nasıl geliştirdiğini anlamak için, çocuğun ev yaşamına uzanmanız gerekir. Bazen okul fobisi olan çocuk, evde fazlasıyla kendini kabul ettiren, kendini çok başarılı hisseden biridir ve okula gittiğinde diğer çocukları ve onların başarılarını tehdit olarak algılar; okul kuralları, paylaşma sorumluluğu ve diğer çocuklarla dolu bir sınıfta yaşamanın getirdiği her şey onu korkutur.

Kimi durumlarda da, bir hastalık ya da kaza nedeniyle uzun süre evde kalıp bakım gören çocuklar, daha az koruma altında oldukları bir sınıfa gitmekte çok zorlanırlar. Okul fobisinin, kişilik tipi, cinsiyet ve doğum sırası ile doğrudan ilgisi yoktur. Daha çok 6-10 yaş arasında ortaya çıkar ancak daha küçük ve büyük çocuklarda da görülür. Esas önemli olan, okul fobisinin çocuğun cinsiyeti, yaşı, doğum sırası veya kişiliğinden bağımsız olarak yaşamındaki farklı durumların bileşimi sonucunda ortaya çıkan bir davranış olduğunu anlamaktır.

Okul fobisine yatkınlık

Bazı çocukların okul fobisi geliştirmeye daha yatkın olmalarını sağlayabilecek durumlar şunlar olabilir:

  • Okulda hırpalanmasına, reddedilmesine veya kavga etmesine yol açacak bir sosyal beceri eksikliği,
  • Çocuğun veya ailenin yaşamında taşınma, hastalık veya yakın birinin ölümü gibi önemli bir değişimin olması,
  • Boşanma, maddi sorunlar, anne veya babanın başka biriyle evlenmesi veya yeni bir kardeşin olması gibi etkenlerle stresli ve dengesiz bir ev yaşamı sürme.

Eğer okula gitmeyi reddetme ilk olarak çocuğunuz ergenlik çağındayken ortaya çıktıysa, bu onu ciddi olarak rahatsız eden bir şeyin işareti olabilir ya da okulda onu gerçekten korkutan veya tehdit eden bir şey vardır. Okul fobisi korkudan çok kaygıya dayansa da, korkutulma, kaygıyı daha da arttırır. Eğer çocuğunuzun okulda korkutulmuş olmasından kuşkulanıyorsanız, çocuğunuzun yaşı ne olursa olsun aşağıdaki durumların var olup olmadığını kontrol edin:

  • Duyarsız, sürekli emir veren bir öğretmen ya da başka bir okul personeli
  • Uygun olmayan bir sınıf içi yerleştirme, özellikle de çocuğunuzun fazla tehditkar bulduğu bir yere oturtulması
  • Özel bir etkinlikten -teneffüs, sesli okuma, sınıf önünde ders anlatma gibi- korkma ya da güçlük çekme
  • Okulda ya da okul yolunda fiziksel olarak tehdit edici birilerinin olması
  • Ahlaki düzeyin çok düşük olduğu, şiddetin ve belirsizliğin olduğu kötü bir okul ortamı

Kontrol edilmesi gereken diğer durumlar

Okul fobisi olan çocuklar genelde ya iyi öğrencidirler veya bu fobi gelişmeden önceki okul yaşantıları başarılıdır. Ancak çocuğunuz okul ortamında onu rahatsız edebilecek unsurlara ek olarak;

  • Evde sizinle kalmayı tercih ediyorsa
  • Okul etkinliklerine karşı pasif, içe kapanık, utangaç veya korkulu davranıyorsa
  • Okulda daha çok ağlamaya, kavga etmeye, dikkat çekmeye çalışmaya başladıysa
  • Evde kalmak ve okul ödevlerini kaçırmak arasında seçim yapamayıp aşırı kaygılı olduysa
  • Öğretmenden sık izin isteyip dışarıya özellikle hemşireye gitmek istiyorsa, bu davranışları gözardı etmemelisiniz.

Ayrıca;

  • Genellikle kaygılı olma
  • Tıbbi temeli olmayan fiziksel şikayetler
  • Depresyon ya da depresyona benzeyen durumlar
  • Kendisini aşağı gördüğünü gösteren davranışlar
  • Mükemmeliyetçi eğilimler
  • Aşırı kendini eleştiren sözler gibi durumlar çocuğun çözüm bekleyen bir sorunu olduğunun işaretledir.

Çocuktaki okul fobisi geliştirmesinde ebeveynin rolü:

Çocuğu etkileyen birçok konuda olduğu gibi, anne ve babaların çocuklarının okul fobisi geliştirmelerinde de belli oranda etkileri olduğunu unutmamak gerekir. Örneğin;

  • Çocuğunuz evde sizinle kalınca daha mutlu olup, daha az endişeleniyorsanız
  • Çocuğunuza olan bağlılığınız aşırı güçlüyse
  • Kendinizi dürüstçe aşırı koruyucu aile olarak tarif ediyorsanız
  • Ailenizin duygusal, maddi ya da başka sorunları varsa

çocuğunuzun okula yaklaşımını olumsuz etkilemiş olabilirsiniz. Aslında çocuğunuz için yapabileceğiniz en yararlı şeylerden biri, onunla olan ilişkinizi, okula devamı hakkında ne hissettiğinizi tam olarak anlamak ve böylece okul fobisini nasıl geliştirdiğini kavramak olacaktır.

Bunun için öncelikle şu konular üzerinde düşünmeniz iyi olur:

  • Çocuğunuzun evden ayrılması sırasında ne hissediyorsunuz?

Örneğin okulunu sevmiyorsanız, oraya gitmemesinden mutlu olacağınızı hissetmiş olabilir.

  • Kendi okul günlerinize dair hoş olmayan deneyimleriniz varsa çocuğunuzun yanında onun yaşadıklarını farkında olmadan abartıyor, çarpıtıyor olabilirsiniz.

Çocuğunuzun öğretmeni hakkında ne düşünüyorsunuz?

  • Aileniz ve arkadaşlarınız, çocuğunuzun okulunu nasıl buluyor?

Olumsuz yorumlar çocuğun şu anki sorun ve kaygılarını çok güçlü şekilde belirleyebilir.

  • Çocuğunuzun ve belki de sizin sağlıkla ilgili kaygılarınız var mı?

Eğer varsa bunu gidermek için tıbbi bir inceleme yaptırabilir ve bu kaygıları biraz azaltabilirsiniz.

Çocuğunuza yardım etmenin yolları

Okul fobisi uğraşması çok güç bir konudur. Ama hem çocuğunuza nasıl yardım edeceğiniz hem de kendi düşüncelerinizi nasıl değiştireceğiniz konusunda yardım almak için okul psikoloğuna veya rehber öğretmenine başvurabilirsiniz. Problemi ne kadar erken farkedip, konuyu ne kadar erken ele alırsanız çözüm başarısı da o kadar yüksek olur. Ancak çocuğunuzu iyi takip etmelisiniz, zira okul fobisi yaşadığı fark edilmeyen çocuklar gittikçe artan karmaşık ve ciddi problemler geliştirebilir. Bu problemler, öğrenme gecikmeleri, yaşıtlarıyla arkadaşlık kuramama ve hatta, evden ayrılma düşüncesinde bile panik ataklar yaşamaya kadar varabilir.

Okul psikoloğu, eğer öğretmen bilmiyorsa okul fobisinin ne olduğunu ona açıklayarak sizin ve öğretmenin işbirliğini sağlayabilir. Birçok öğretmen, basit bir şekilde işi sıkı tutup, çocuğu okula gelmeye zorlamak isteyecektir. Ancak okula gelmeye zorlamak, çocuğunuzun okula gitmesini sağlasa bile okuldan uzak kalmak istemesine neden olan temel kaygılara çözüm bulmaz.

Bir okul psikoloğunun ise siz ve öğretmenle çalışırken genel yaklaşımı, çocuğunuzun okula geri dönmesini merkez alan bir plan geliştirmek olacaktır. Bu, çocuğunuzun okula her gün kısa süreler için gelmesi, bunun için ödüllendirilmesi ve sonra yavaş yavaş okulda harcanan zamanın arttırılması şeklinde olabilir.


Babalar-Ve-Çocukları.jpg

Yazar : İvet KOHEN, Uzman Psikolojik Danışman

Anne hamile kaldığını öğrendiği anda hem fiziksel hem de duygusal bir ilişki başlar bebeğiyle arasında. O andan itibaren eşi ve bebeği için en iyi ortamı sağlamaya çalışan eş için de babalık başlamış olur. Ancak baba-çocuk ilişkisinin kopmadan devam etmesi için dikkat edilmesi gereken noktalar var.

Babalık bireye doyum sağlayan önemli bir tecrübedir. Bir erkek için duygusal açıdan alabileceği hiçbir ödül, çocuklarını doğdukları andan, bağımsız yaşayabilecekleri çağa gelinceye kadar gereğince yetiştirebilmek kadar doyurucu olamaz. İyi baba olmak sevgi, deneyim, sabır ve bilgilenme işidir. Babalık yaşantısı annenin hamile olmasıyla başlar. Bu dönemde baba adayı, doğum öncesindeki gelişimi eşiyle birlikte adım adım izler. Eşini gerginleştirecek ortamı oluşturmamaya özen gösterir. İşte babalık sorumluluğu da böylelikle başlamış olur. Destekleyen eşin sağladığı rahat ortamla kolay ve sorunsuz doğum arasında olumlu bir ilişki bulunmuştur.

Doğumdan sonra tıpkı annede olduğu gibi, babanın da çocukla duygusal ilişkiyi kurabilmesi için onunla fiziksel temasa ihtiyacı vardır. Bunun için de çocuğun beslenme ve oyun faaliyetlerinde babanın etkili olması gerekir ki, bazı babalar bu tür işlerin erkek işi olmadığını düşünüp yapmayı reddederler. Oysa baba, annenin hamileliğinden itibaren ona destek olarak, çocuğun gelecekteki sorumluluğuna ortak olmalıdır.

Yenidoğan için anne, dünyanın tamamı, kendi bedeninin uzantısıdır. İlk iki yıldaki anne-çocuk ilişkisinin önemi babanın rolünü azaltır. Bebek stres durumlarında babadan çok anneyi tercih etmektedir. Nasıl ki ilk iki yıl için annenin varlığı, ilk dış dünya algıları için vazgeçilmezse, ikinci yıldan itibaren babanın önemi de giderek artmaya başlar. Çocuk babayı kendinden farklı olarak algılar, anne ise daha çok kendisine benzeyendir. Babanın varlığıyla çocuk, annenin yalnız kendisine ait olmadığını, annenin kendisinden başka kişilerle de ilgilendiğini görür. Bu durum, onda bir iç çatışmaya bağlı olarak huzursuzluk ve sıkıntı hali doğurabilir.

Baba;

  • Anneyi mutlu etmek ve ona yardımcı olmak,
  • Otoriteyi sağlamak ve annenin çocuğa getirdiği düzeni sürdürmek,
  • Toplumla bağ kurmak ve statü kazandırmak için gereklidir.

Bundan başka baba, eğer anne çalışmıyorsa dış dünya ile bağı oluşturur, aile dışı gerçekliği şekillendirir; baba ailenin toplumla ilişkilerini kuran önemli bir köprü konumundadır. Bu işleviyle o, çocuğun sosyal gelişiminde ve özgüveninin kazanılmasında önemli bir etkiye sahiptir. Baba çocuk için hem bir sevgi nesnesi hem de örnek alınacak kişidir.

Erkek çocuk babası

Anne ve babalar arasında önemli bir tercih farkı görülmemesine karşın, genel olarak babaların tercihlerinin ilk çocukta erkek çocuk üzerinde yoğunlaştığı görülmüştür. Nedenler sorulduğunda, yarıdan fazlası bir erkeğin erkek çocuk istemesinin son derece doğal olduğunu, bir kısmı ise erkek çocuklarıyla birlikte gerçekleştirebilecekleri faaliyetlerin daha çok olduğunu, bir diğer grup ise aile isminin devamını erkek çocuğun sağlayacağını neden olarak ileri sürmüşlerdir. Böylece babaların oğullarıyla daha erken özdeşleşmeleri ve kendilerini onlara daha yakın hissetmeleri sonucu doğmaktadır. Kız çocuğa sahip olanlarla, erkek çocuğa sahip babalar arasında belirgin bir fark görülmüş, erkek çocuğa sahip olanların, çocuklarına daha yakın oldukları belirlenmiştir.

Erkek çocuk babaları tarafından en sık belirtilen ortak faaliyetler fiziksel oyun ve spor olmuştur. Erkeklerin çoğunluğu için, futbol, özellikle belirtilen bir spor faaliyetidir. Kızlar için en çok bahsedilen faaliyet, akademik öğrenmede ona yardım etmek, çocuğu desteklemek olmuştur.

Gözlemler sonucunda, babaların genel olarak erkek çocuklarıyla birlikte oynadıkları oyunların süresinin, kızlara oranla biraz daha uzun olduğu görülmüştür. Kızlarla oynanan oyunlar, daha çok şakalaşmak, saldırganlığa kontrol altında izin vermek ve babanın güç ve kuvvetinin sergilenmesinin karışımından oluşmuş oyunlardır. Erkeklerle oynanan aktif oyunlar ise, daha çok iki eşit güçteki insanın birlikte rahatlamaya çalışmaları şeklinde belirlenmiştir.

Kuramsal görüşler

Babaların, çocuğun gelişimindeki rolünü kuramsal açıdan ele aldığımızda ise şöyle bir tablo ortaya çıkar. Davranışçı açıdan çocukla birlikte geçirdiği sürenin kısmen kısa olması nedeniyle babanın rolünün daha önemsiz olduğu düşünülebilir. Ancak, babaların uygun davranış konusundaki tavırları daha belirginse, bu davranışlar arasında kesin çizgiler çizmişlerse, kız ve erkekler arasındaki davranış farklarını oluşturma ve güçlendirmedeki rolleri anneninkinden daha önemli yer tutar.

Sosyal öğrenme teorisi, çocuğun aynı cinsten yetişkin modelini gözleme sürecini vurgular. Gözlemin yanı sıra, ebeveynin kız ve erkeklere farklı muamele yapmalarının önemi üzerinde durur.

Psikanalitik teori ise, 4-5 yaşa gelene kadar babanın öneminin çok büyük olmadığını, çünkü bu döneme kadar erkek ve kız çocukların her ikisinin de anneleriyle özdeşleştiklerini ileri sürer. Bunun yanı sıra, psikanalitik teori saldırganlık, bağımlılık, oyun şekli gibi noktalarda görülen farklılığı çevresel etkenlerden çok, biyolojik etkenlerle açıklama eğilimindedir.

Konu teorik olarak ele alındığında, annelerin çocukların cinsiyetlerine uygun davranışlarından daha çok, onların bakımı ve memnun edilmeleriyle ilgili oldukları öne sürülmüştür. Öte yandan, babaların dış dünyayı aileye tanıtma ve başarı konusu ile daha ilgili olmaları, onların kız ve erkek çocuklarla farklı ilişkiye girmelerine neden olmaktadır, savını ileri sürmüştür.

Okul öncesi dönem

Okul öncesi dönemde çocuk, anne ve babasının duyuş, düşünüş ve davranışlarını taklit eder, onu kendisine model alır. Onların özellikleriyle değer yargılarını örnek olarak benimser, hareket, tutum, konuşma gibi davranışlarını taklit etmeye uğraşır. Bir başka deyişle, çocuk dış dünyayı anne ve babanın gözüyle görmeye çalışır.

Okul öncesi dönemde anne ve babasını böylesine etkili birer model olarak alması, çocuğun gelecekteki kişilik yapısını, duygu ve düşüncesini doğrudan etkiler. Kuşkusuz anne ve babanın olumsuz tutum ve davranışları da, çocuğun kişiliğini olumsuz yönde etkileyecektir. İlk çocukluk döneminde görülen en önemli gelişimlerden biri, kız çocuğun anneye, erkek çocuğun babaya olan hayranlığından kaynaklanan taklit ve kendini onlarla özdeş tutmak eğilimidir. Kız çocuğu, anne gibi giyinmek, davranışlarını onunkine benzetmek, onun gibi süslenmek hevesindedir. Erkek çocuksa babası gibi olmak, onun gibi davranmak ister. Babaya hayrandır, dünyada babasından güçlü, becerikli, akıllı ve üstün kimse yoktur. Güçlü ve kuvvetli bir babayla kendisini özdeş tutması, çocuk için önemli bir güven kaynağıdır. Öte yandan kendisini yetersiz bir modelle özdeşleştiren bir çocuk, örnek aldığı modelin istenmeyen özelliklerini fark ettiğinden, endişeli ve güvensizdir.

Yapılan araştırmalar baba-çocuk ilişkisinin çocuğun bilişsel gelişimi ve okul başarısını büyük ölçüde etkilediğini vurgulamakta, babasıyla yakın ve nitelikli bir ilişkiye sahip olan çocukların okul başarılarıyla, bilimsel gelişimlerinin olumlu açıdan etkilendiği belirtilmektedir. Babanın yokluğu, pasifliği ya da ilgisizliği çocuğun kişilik yapısını, ruh ve beden sağlığını büyük ölçüde etkileyebilir ve bazı uyum ve davranış bozukluklarının nedeni olabilir.

“Meşgulüm…”

Ülkemizde baba, genellikle ya çok çalıştığı için çocuklarını görememekte ya da çok yorgun olduğu için onlarla ilgilenememektedir. Çalışması dışında kalan boş zamanını kendi ilgisi doğrultusunda değerlendirmeyi yeğlemektedir. Bu koşullar için de çocuk da babadan kendisine zaman ayıramayacak kadar meşgul insan olarak bahsetmekte onunla olan iletişimi giderek kopmaktadır.

Babanın pasif ve ilgisiz olduğu aile ortamları sadece çocuğun sosyal gelişimini etkilemekle kalmamakta, özellikle erkek çocuklarda çeşitli cinsel kimlik karmaşalarına sebep olabilmektedir. Çocuğun sürekli anne ile birlikte olması, zaman içinde onunla bütünleşmesine ve özdeşim modeli olarak anneyi almasına sebep olabileceğinden, erkek çocuk, anne gibi olmak, onun gibi makyaj yapmak girişimlerinde bulunabilmektedir.

Oysa babadan istenen her şeyden önce çocuğun büyüme ve sorumluluğunda eşit hisseye sahip olduğunu anlamasıdır. Baba, hafta sonları çocuğuyla birlikte müzeye, tiyatroya, sinemaya, kitapçı dükkanına, resim galerisine, konsere, maça vb. giden ve onunla top oynayan, balık tutan bir arkadaş olmak durumundadır. Bunların yanı sıra babanın çocuğu kendi işyerine götürmesi ve gerektiğinde yaşına göre bazı basit görevler vermesi ona güven vermesi ve sorumluluk duygusunun pekişmesi açısından büyük önem taşır. Etkileşimin kalitesi süreden daha önemlidir.

Yine baba, çocuğunun okula ilişkin ve diğer sorularını cevaplandıran, akşamları uyku öncesi onunla sohbet eden bir birey olabilmelidir. Ancak, böyle bir ortamda çocukla, istenen yakın dostluk ve diyalog kurulabilir ve çocuk huzurlu, kendine güvenen, özerk bir kişiliğe kavuşabilir.

Ayrıca erken gelişim yıllarından itibaren çocuklarıyla tensel temas içerisinde olan, onları kucaklayan babaların, çocuklarının ilerideki okul başarılarını olumlu etkiledikleri saptanmıştır.

Babanın ayrılıktan doğan yokluğu halinde, düzenli aralarla çocuğu görmesi, onunla ilgilenmesi, oyun oynaması, tiyatro, müze, konser ve maça götürerek ev dışında ortak ilgi alanları oluşturması gereklidir. Babanın ölümü halinde ailede baba yerine geçecek (dayı, amca, dede gibi) bir kişinin model rolünü üstlenmesi yerinde olur.

Ayrıca baba, ailede güven sübabı olarak değerlendirildiğinden, yokluğu durumunda çocukta bazı korkulara, güvensizlik belirtilerine ve sosyal gelişimde gecikmelere rastlanabilir. Yapılan araştırmalar en güvenli çocukların, babalarıyla en çok ilişki kuran çocuklar olduğunu saptamıştır.

Nitelikli ilişki için babalara öneriler

  • Çocuklarınız için önemli olan tarihleri ajandanıza işleyin.
  • Çocuğunuzla fiziki kondisyon gerektirmeyecek bir hobi ya da etkinlik başlatın, belki yaşamınızın sonuna kadar bunu birlikte sürdürebilirsiniz.
  • Çocuklarınıza her gün, onları ne kadar çok sevdiğinizi söyleyin. Mümkün olduğunca sık fiziksel sevgi gösterin.
  • Çocuklar mektup almaya bayılırlar. Evden uzakta olduğunuzda onlara birkaç satır yazmayı ihmal etmeyin.
  • Çocuklarınızla diz çöküp göz teması kurarak konuşun ve onları gözlerinizle dinleyin.
  • Büyüdüklerinde mahremiyetlerine saygı gösterin. Odalarına girerken kapıyı çalın ve çok hayati bir gerekçe olmadıkça odalarını karıştırmayın, günlüklerini okumayın.
  • Televizyonsuz bir gece saptayın ve birlikte yaratıcı bir şeyler yapmayı planlayın.
  • Elinizden geldiğince çocuklarınıza ayırdığınız zamanlarda telefonlara cevap vermemeye çalışın.
  • Aile gelenekleri geliştirin. Her cumartesi akşamı hamburger pişirmek kadar basit bir gelenek de olabilir.
  • Elinizden geldiğince sofraya birlikte oturun.
  • En sevdikleri televizyon programını onlarla birlikte izleyin ve neden sevdiklerini anlamaya çabalayın.
  • Herhangi bir şey için çok çalıştıklarında başarısız olsalar bile onları övün.
  • Çocuğunuzu işyerinize götürün, koltuğunuza oturtun ve gün içinde neler yaptığınızı anlatın.
  • Sizin için önemli olan değerlerin bir listesini çıkarın. Kendimize bunları etkin bir biçimde çocuğunuza aktarıp aktarmadığınızı sorun. Bir çocuğu kurallar ve değerler olmadığına inandırmak, ona güvensizlik duygusunu aşılamanın en garantili yoludur.

Bir işe sahip olma şansına erişmişseniz, bu işe gönül verin. Ancak yaşamınızın hayati bir parçası olmakla birlikte, sadece bir parçası olduğunu ve sizi çok yükseklere çıkarsa bile, günün birinde bir başkasının sizin yerinizi alacağını sakın unutmayın.

Hiç kimse kucağınızda tuttuğunuz o minik bebeğin babası olma görevini sizin elinizden alamayacaktır. Yaklaşık yarım asırlık bir süre boyunca çalışabilirsiniz ama çocuğunuzun önem verdiği şeyler için ayıracağınız zaman o kadar kısıtlıdır ki. Zamanınız konusunda size sayısız talep gelecektir ve çocuklarınıza her zaman sizden istedikleri zamanı ayıramayabilirsiniz. Ama mümkün olduğunca ileri bir tarihe kadar günleri saymaya başlayın. Birini bile kaçırmamaya özen gösterin. Ölüm döşeğinde olan kimsenin keşke işime biraz daha fazla zaman ayırabilseydim dediği duyulmamıştır ve unutmayın ki çocukluk kapısı bir daha hiç açılmamak üzere hızla kapanır.


Baba-Ve-Çocuk-İlişkisi.jpg

Yazar : İvet KOHEN, Uzman Psikolog Danışman

Babalık bireye doyum sağlayan önemli bir tecrübedir. Bir erkek için duygusal açıdan alabileceği hiçbir ödül, çocuklarını doğdukları andan, bağımsız yaşayabilecekleri çağa gelinceye kadar gereğince yetiştirebilmek kadar doyurucu olamaz. İyi baba olmak; sevgi, deneyim, sabır ve bilgilenme işidir. Babalık yaşantısı annenin hamile olmasıyla başlar.

Bu dönemde baba adayı, doğum öncesindeki gelişimi eşiyle birlikte adım adım izler. Eşini gerginleştirecek ortamı oluşturmamaya özen gösterir. İşte babalık sorumluluğu da böylelikle başlamış olur. Destekleyen eşin sağladığı rahat ortamla kolay ve sorunsuz doğum arasında olumlu bir ilişki bulunmuştur.

Doğumdan sonra tıpkı annede olduğu gibi, babanın da çocukla duygusal ilişkiyi kurabilmesi için onunla fizik temasa ihtiyaç vardır. Bunun için de çocuğun beslenme ve oyun faaliyetlerinde babanın etkili olması gerekir ki, bazı babalar bu tür işlerin erkek işi olmadığını düşünüp yapmayı reddederler. Oysa baba annenin hamileliğinden başlayarak ona destek olarak, gelecekteki çocuğun sorumluluğuna ortak olmalıdır. Yenidoğan için anne, dünyanın tamamı, kendi bedeninin uzantısıdır. İlk iki yıldaki anne çocuk ilişkisinin önemi babanın rolünü azaltır. Bebek stres durumlarında babadan çok anneyi tercih etmektedir. Nasıl ki ilk iki yıl için annenin varlığı, ilk dış dünya algıları için vazgeçilmezse, ikinci yıldan itibaren babanın önemi de giderek artmaya başlar. Çocuk babayı kendinden farklı olarak algılar anne ise daha çok kendisine benzeyendir. Babanın varlığıyla çocuk, annenin yalnız kendisine ait olmadığını, annenin kendisinden başka kişilerle de ilgilendiğini görür. Bu durum, onda bir iç çatışmaya bağlı olarak huzursuzluk ve sıkıntı hali doğurabilir.

Baba;

  • Anneyi mutlu etmek ve ona yardımcı olmak,
  • Otoriteyi sağlamak ve annenin çocuğa getirdiği düzeni sürdürmek,
  • Toplumla bağ kurmak ve statü kazandırmak için gereklidir.

Bundan başka baba, eğer anne çalışmıyorsa dış dünya ile bağı oluşturur, aile dışı gerçekliği şekillendirir, baba ailenin toplumla ilişkilerini kuran önemli bir köprü konumundadır. Bu işleviyle o, çocuğun sosyal gelişiminde ve özgüveninin kazanılmasında önemli bir etkiye sahiptir. Baba çocuk için hem bir sevgi nesnesi hem de örnek alınacak kişidir.

Anne ve babalar arasında önemli bir tercih farkı görülmemesine karşın, genel olarak babaların, ilk çocukta tercihlerinin erkek çocuk üzerinde yoğunlaştığı görülmüştür. Nedenler sorulduğunda, yarıdan fazlası bir erkeğin erkek çocuk istemesinin son derece doğal olduğunu, bir kısmı ise erkek çocuklarıyla birlikte gerçekleştirebilecekleri faaliyetlerin daha çok olduğunu, bir diğer grup ise aile isminin devamını erkek çocuğun sağlayacağını neden olarak ileri sürmüşlerdir.

Böylece babaların oğullarıyla daha erken özdeşleşmeleri ve kendilerini onlara daha yakın hissetmeleri sonucu doğmaktadır. Kız çocuğa sahip olanlarla, erkek çocuğa sahip babalar arasında belirgin bir fark görülmüş, erkek çocuğa sahip olanların, çocuklarına daha yakın oldukları belirlenmiştir. Erkek çocuk babaları tarafından en sık belirtilen ortak faaliyetler fiziksel oyun ve spor olmuştur. Erkeklerin çoğunluğu için, futbol, özellikle belirtilen bir spor faaliyetidir. Kızlar için en çok bahsedilen faaliyet, akademik öğrenmede ona yardım etmek, çocuğu desteklemek olmuştur.

Gözlemler sonucunda, babaların genel olarak erkek çocuklarıyla birlikte oynadıkları oyunların süresinin, kızlara oranla biraz daha uzun olduğu görülmüştür. Kızlarla oynanan oyunlar, daha çok şakalaşmak, saldırganlığa kontrol altında izin vermek ve babanın güç ve kuvvetinin sergilenmesinin karışımından oluşmuş oyunlardır. Erkeklerle oynanan aktif oyunlar ise, daha çok iki eşit güçteki insanın birlikte rahatlamaya çalışmaları şeklinde belirlenmiştir. Babaların, çocuğun gelişimindeki rolünü kuramsal açıdan ele aldığımızda;Davranışçı açıdan çocukla birlikte geçirdiği sürenin kısmen kısa olması nedeniyle babanın rolünün daha önemsiz olduğu sonucu çıkarılabilir. Ancak, babaların uygun davranış konusundaki tavırları daha belirginse, bu davranışlar arasında kesin çizgiler çizmişlerse, kız ve erkekler arasındaki davranış farklarını oluşturma ve güçlendirmedeki rolleri anneninkinden daha önemli yer tutar.

Sosyal öğrenme teorisi ise, çocuğun aynı cinsten yetişkin modelini gözleme sürecini vurgular. Gözlemin yanı sıra, ebeveynin kız ve erkeklere farklı muamele yapmalarının önemi üzerinde durur. Psikanalitik teori ise, 4-5 yaşa gelene kadar babanın öneminin çok büyük olmadığını, çünkü bu döneme kadar erkek ve kız çocukların her ikisinin de anneleriyle özdeşleştiklerini ileri sürer. Bunun yanı sıra, psikanalitik teori; saldırganlık, bağımlılık, oyun şekli gibi noktalarda görülen farklılığı çevresel etkenlerden çok, biyolojik etkenlerle açıklama eğilimindedir.

Konu teorik olarak ele alındığında, annelerin çocukların cinsiyetlerine uygun davranışlarından daha çok, onların bakımı ve memnun edilmeleriyle ilgili oldukları öne sürülmüştür. Öte yandan, babaların dış dünyayı aileye tanıtma ve başarı konusu ile daha ilgili olmaları, onların kız ve erkek çocuklarla farklı ilişkiye girmelerine neden olmaktadır, savını ileri sürmüştür. Okul öncesi dönemde çocuk, anne ve babasının duyuş, düşünüş ve davranışlarını taklit eder, onu kendisine model alır. Onların özellikleriyle değer yargılarını örnek olarak benimser, hareket, tutum, konuşma gibi davranışlarını taklit etmeye uğraşır. Bir başka deyişle, çocuk dış dünyayı anne ve babanın gözlüğü aracılığıyla görmeye çalışır. Okul öncesi dönemde anne ve babasını böylesine etkili birer model olarak alması, çocuğun gelecekteki kişilik yapısını, duygu ve düşüncesini doğrudan etkiler. Kuşkusuz anne ve babanın olumsuz tutum ve davranışları da, çocuğun kişiliğini olumsuz yönde etkileyecektir.

İlk çocukluk döneminde görülen en önemli gelişimlerden biri, kız çocuğun anneye, erkek çocuğun babaya olan hayranlığından kaynaklanan taklit ve kendini onlarla özdeş tutmak eğilimidir. Kız çocuğu, anne gibi giyinmek, davranışlarını onunkine benzetmek, onun gibi süslenmek hevesindedir. Erkek çocuksa babası gibi olmak, onun gibi davranmak ister. Babaya hayrandır, dünyada babasından güçlü, becerikli, akıllı ve üstün kimse yoktur. Güçlü ve kuvvetli bir babayla kendisini özdeş tutması, çocuk için önemli bir güven kaynağıdır. Öte yandan kendisini yetersiz bir modelle özdeşleştiren bir çocuk, örnek aldığı modelin istenmeyen özelliklerini fark ettiğinden, endişeli ve güvensizdir.

Yapılan araştırmalar baba çocuk ilişkisinin çocuğun bilişsel gelişimi ve okul başarısını büyük ölçüde etkilediğini vurgulamakta, babasıyla yakın ve nitelikli bir ilişkiye sahip olan çocukların okul başarılarıyla, bilimsel gelişimlerinin olumlu açıdan etkilendiği belirtilmektedir. Babanın yokluğu, pasişiği ya da ilgisizliği çocuğun kişilik yapısını ruh ve beden sağlığını büyük ölçüde etkileyebilir ve bazı uyum ve davranış bozukluklarının nedeni olabilir. Ülkemizde baba, genellikle ya çok çalıştığı için çocuklarını görememekte ya da çok yorgun olduğu için onlarla ilgilenememektedir. Çalışması dışında kalan boş zamanını kendi ilgisi doğrultusunda değerlendirmeyi yeğlemektedir. Bu koşullar için de çocuk da babadan kendisine zaman ayıramayacak kadar meşgul insan olarak bahsetmekte, onunla olan iletişimi giderek kopmaktadır.

Babanın pasif ve ilgisiz olduğu aile ortamları sadece çocuğun sosyal gelişimini etkilemekle kalmamakta, özellikle erkek çocuklarda çeşitli cinsel kimlik karmaşalarına sebep olabilmektedir. Çocuğun sürekli anne ile birlikte olması, zaman içinde onunla bütünleşmesine ve özdeşim modeli olarak anneyi almasına sebep olabileceğinden, erkek çocuk, anne gibi olmak, onun gibi makyaj yapmak girişimlerinde bulunabilmektedir.

Oysa babadan istenen her şeyden önce çocuğun büyüme ve sorumluluğunda eşit hisseye sahip olduğunu anlamasıdır. Baba, hafta sonları çocuğuyla birlikte müzeye , tiyatroya, sinemaya, kitapçı dükkanına, resim galerisine, konsere, maça vb. giden ve onunla top oynayan, balık tutan bir arkadaş olmak durumundadır. Bunların yanı sıra babanın çocuğu kendi işyerine götürmesi ve gerektiğinde yaşına göre bazı basit görevler vermesi ona güven vermesi ve sorumluluk duygusunun pekişmesi açısından büyük önem taşır. Etkileşimin kalitesi süreden daha önemlidir. Yine baba, çocuğunun okula ilişkin ve diğer sorularını cevaplandıran, akşamları uyku öncesi onunla sohbet eden bir birey olabilmelidir. Ancak, böyle bir ortamda çocukla, istenen yakın dostluk ve diyalog kurulabilir ve çocuk huzurlu, kendine güvenen, özerk bir kişiliğe kavuşabilir. Ayrıca erken gelişim yıllarından itibaren çocuklarıyla tensel temas içerisinde olan, onları kucaklayan babaların, çocuklarının ilerideki okul başarılarını olumlu etkiledikleri saptanmıştır.

Babanın ayrılıktan doğan yokluğu halinde, düzenli aralarla çocuğu görmesi, onunla ilgilenmesi, oyun oynaması, tiyatro, müze, konser ve maça götürerek ev dışında ortak ilgi alanları oluşturması gereklidir. Babanın ölümü halinde ailede baba yerine geçecek (dayı, amca, dede gibi) bir kişinin model rolünü üstlenmesi yerinde olur. Ayrıca baba, ailede güven supabı olarak değerlendirildiğinden, yokluğu durumunda çocukta bazı korkulara, güvensizlik belirtilerine ve sosyal gelişimde gecikmelere rastlanabilir. Yapılan araştırmalar en güvenli çocukların, babalarıyla en çok ilişki kuran çocuklar olduğunu saptamıştır.

Çocuklarıyla nitelikli bir ilişki kurabilmeleri için babalara öneriler. Çocuklarınız için önemli olan tarihleri ajandanıza işleyin. Çocuğunuzla fiziki kondisyon gerektirmeyecek bir hobi ya da etkinlik başlatın, belki yaşamınızın sonuna kadar bunu birlikte sürdürebilirsiniz. Çocuklarınıza her gün, onları ne kadar çok sevdiğinizi söyleyin. Mümkün olduğunca sık fiziksel sevgi gösterin. Çocuklar mektup almaya bayılırlar. Evden uzakta olduğunuzda onlara birkaç satır yazmayı ihmal etmeyin. Çocuklarınızla diz çöküp göz teması kurarak konuşun ve onları gözlerinizle dinleyin. Büyüdüklerinde mahremiyetlerine saygı gösterin. Odalarına girerken kapıyı çalın ve çok hayati bir gerekçe olmadıkça odalarını karıştırmayın, günlüklerini okumayın. Televizyonsuz bir gece saptayın ve birlikte yaratıcı bir şeyler yapmayı planlayın.

Elinizden geldiğince çocuklarınıza ayırdığınız zamanlarda telefonlara cevap vermemeye çalışın. Aile gelenekleri geliştirin. Her cumartesi akşamı hamburger pişirmek kadar basit bir gelenek de olabilir. Elinizden geldiğince sofraya birlikte oturun. En sevdikleri televizyon programını onlarla birlikte izleyin ve neden sevdiklerini anlamaya çabalayın. Herhangi bir şey için çok çalıştıklarında başarısız olsalar bile onları övün. Çocuğunuzu işyerine götürün, koltuğunuza oturtun ve gün içinde neler yaptığınızı anlatın. Sisin için önemli olan değerlerin bir listesini çıkarın. Bunları etkin bir biçimde çocuğunuza aktarıp aktarmadığınızı sorun kendinize. Bir çocuğu kurallar ve değerler olmadığına inandırmak, ona güvensizlik duygusunu aşılamanın en garantili yoludur.

Bir işe sahip olma şansına erişmişseniz, bu işe gönül verin. Ancak yaşamınızın hayati bir parçası olmakla birlikte, sadece bir parçası olduğunu ve sizi çok yükseklere çıkarsa bile, günün birinde bir başkasının sizin yerinizi alacağını sakın unutmayın. Hiç kimse kucağınızda tuttuğunuz o minik bebeğin babası olma görevini sizin elinizden alamayacaktır. Yaklaşık yarım asırlık bir süre boyunca çalışabilirsiniz ama çocuğunuzun önem verdiği şeyler için ayıracağınız zaman o kadar kısıtlıdır ki. Zamanınız konusunda size sayısız gelecektir ve çocuklarınıza her zaman sizden istedikleri zamanı ayıramayabilirsiniz. Ama mümkün olduğunca ileri bir tarihe kadar günleri saymaya başlayın. Birini bile kaçırmamaya özen gösterin.

Ölüm döşeğinde olan kimsenin keşke işime biraz daha fazla zaman ayırabilseydim dediği duyulmamıştır ve unutmayın ki çocukluk kapısı bir daha hiç açılmamak üzere hızla kapanır.


ocuğun-Tatili.jpg

Yazar : Layza OVADYA, Uzman Psikolog – Oyun ve EMDR Terapisti

Bayram tatili ile birleşen koca bir 3 hafta geliyor. Hele çalışmayan bir anne iseniz, belli birkaç günden sonra okulların açılmasını sabırsızlıkla bekleyip, okulu bir kurtarıcı gibi görerek ve istemeden de olsa bunu yansıtarak ilişkinizi zedelemeyin. Huzurla karşılanması gereken bu tatil döneminin hem çocuklara, hem de anne-babalara keyif verebilmesi için iyi bir program yapılmalıdır.

Okul öncesi grubu çocuklarla bu süre daha bol faaliyetli geçirilebilirken, özellikle ilkokul birinci sınıf çocukları için akademik bir program düzeni dahilinde, bıktırmadan diğer faaliyetlere de zaman ayrılmalıdır. Tatilinizi, evde geçirmeyi planlıyorsanız 3 haftalık bir günlük takvim hazırlayarak, çocuğun varsa ödevleri, yoksa da yapması gereken tekrarlara ayrılacak zamanları planlayarak çizelge oluşturmak ve çocukta da bunun somut hale gelmesini sağlamak faydalı olacaktır. Yapılacak olan akademik çalışmalar için genelde en verimli olunan sabah saatlerinin seçilmesi gereklidir. Çizgi film zamanı veya ev dışındaki faaliyetlerin hedeflenen çalışma bittikten sonra gerçekleştirilmesi, çocuk açısından daha verimlidir. Çizgi filminin yarısından kalkıp veya eve ders çalışmak için arkadaşından dönmeyi hangi çocuk sorun çıkarmadan gerçekleştirebilir ki? Çok az! Dolayısıyla onlara da haksızlık edilmemelidir.

Fiziksel gelişimlerinden dolayı, okul öncesi yaş grubuna yönelik çok az sportif faaliyet varken, sanatsal faaliyetlere katılım artmaktadır. Çocuğunda başarı alanlarını göz önünde bulundurarak, bu dönemi yeteneklerini keşfetmek amacıyla da değerlendirebilirsiniz. Yönlendireceğiniz hobinin de ileriye yönelik, çocuk açısından gerek arkadaş bulma, gerek özgüven, gerekse ilgi alma açısından bir kurtarıcı olabileceğini de göz ardı etmeyin. Okul öncesi yaş grubu yüzme, jimnastik, aikido, yoga, bale, dans,drama, resim, seramik, enstruman çalma gibi faaliyetlere, yeteneği de göz önüne alınarak, yönlenmekle; ilkokul yaş grubu bunlara ek olarak bilgisayar, basketbol, voleybol, tenis gibi aktivitelerde de yer almaktadır. Amaç, böyle uzun tatilleri fırsat bilerek çocuğa yeteneğini keşfettirmek olması gerekirken, hedef ise bir sürü aktivite denedikten sonra hiçbir meşguliyeti olmayan doyumsuz, ergenler yetiştirmek olmamalıdır.

3 haftalık bir tatil… hangi gözlüğü takarak, çocuğa yaklaştığınız önemli. Tatil çok uzun, ancak unutmayın ki, birlikte geçirilen zamanlar çok değerli. Anne-çocuk, baba-çocuk ve üçlü , dörtlü.kaliteli zaman geçirerek, yaptığınız ve yaptırdığınızdan keyif alarak, duygu paylaşımına bol zaman ayırarak, çocuğa bu duyguyu yansıttığınızda, anılarındaki en değerli ve tartışmasız geri dönüşü olmayan dakikaları yaratmış olacaksınız ve sıra onların da ebeveyn olmalarına gelecek!


Ben-De-Yıldızlara-Gitmek-İstiyorum-1200x675.jpg

Yazar : Layza OVADYA, Uzman Psikolog – Oyun ve EMDR Terapisti

Ölüm her canlının hayatında doğal ve kaçınılmaz bir olgudur. Üzerinde hakimiyet ve kontrol sağlayamadığımız bu gerçekle yüzleşen çocuk, ergen veya yetişkin çaresizlik duygusuyla başbaşa kalır. Bu acıklı deneyimi yaşayan insan, endişe ve kaygıyı yenmek için savunma mekanizmalarını kullanır. Bilinçli veya bilinçsiz,en sık kullanılanı da ölümü reddetmek, kabullenmemektir.

Çocuğun ölüm kavramını nasıl algıladığı ve değerlendirdiği 1940’ların sonlarına doğru araştırılmaya başlanmış, araştırmalar sonucunda bilişsel gelişim ile ölüm kavramını algılama arasında önemli bir ilişki olduğu saptanmıştır.

Ölüm, tezatlar içindeki yaşamın ayrılmaz bir parçasıdır. Ölüm ile yüzleşen çocuk, kayıp sürecinde ve gelecekte duygusal ve davranışsal sorunlar yaşama riski taşır. Bu yüzden de,doğal olarak oluşan kaygı ve endişeyi yenmek için, yetişkinlerin, öğretmenlerin, pedagog ve psikologların yardımına ihtiyaç duyar.

Ölüm hakkında konuşmaktan çekinen anne-baba, çocukta bu tabu hakkında merak uyandırır, ardarda gelen sorularla karşılaşır. İşte bu noktada verdiği cevaplar, çocuktaki bilişsel ve duygusal yapının doğru veya yanlış oluşmasında etkili olur.

Smilansky’e göre, çocuk ölüme iki ayrı açıdan yaklaşır:

1) Bilişsel Yaklaşım: Çocuk, “ölüm nedir, ölüm ve yaşam arasındaki ilişki nedir, ölen kişi bütün yaşam özelliklerini kaybeder mi?” gibi sorulara cevap arar.

2) Duygusal Yaklaşım: Çocuk, “yakını ölen biri ne hisseder, gömüldükten sonra ölen ne hisseder, ölümden kim sorumludur?” gibi sorulara cevap arar.

Çocuk bu soruların cevaplarını çevresindeki yetişkinlerin yardımıyla öğrenir. Gerçek, fanteziler kadar ürkütücü olmayabilir. “Ölen gökyüzünde, yıldızlarda, Allah Baba’nın yanında, uyuyor”, şeklindeki açıklamalar çocukta fantazilere ve yetişkinin tahmin edemeyeceği düşüncelere yol açabilir. Burada bazen eksik olsa da yanlış açıklamaların yapılmaması önemlidir. Ölümü kendi kafasında çözümleyemeyen bazı anne-babalar çocuğun sorularına duygusallıkla cevap verebilir ve yukarıda sözü edilen fantezilere neden olabilirler, bu cevaplar hem kendi duygularını koruyucu niteliktedir, hem de çocuğu tatmin etmekten uzaktır.

Ölümün çocuk tarafından algılanması, bilişsel gelişimine ve yaşına göre farklılık gösterir:

1) 0-2 yaş dönemi: Ayrılığı ilkel düzeyde anlayan çocukta ölüm kavramının da ilkel temeli oluşur. Bu yaşta somut bir ölüm kavramının olmadığını belirten uzmanlar, çocuğun, yaşadığı ayrılık deneyimlerinin sonundaki var olmama ile ölüm arasında bir ilişki kurabildiğini savunurlar. 2 yaşına doğru süreklilik kavramı gelişmeye başlasa da, çocuğun bağlandığı kişiden sürekli olarak ayrılması ile geçici olarak onu kaybedip bulması arasındaki farkı algılamaya başlasa da, ölüm olayını çok iyi anlayamaz, ancak ayrılık anksiyetesi yaşar. Kısa ayrılıklarda çocukta ağlama, aşırı hareketlilik gözlenirken, uzun ayrılıklarda kilo kaybı, yeme bozuklukları, apati, gelişim gecikmeleri gözlenmektedir.

2) 3-5 yaş dönemi: Canlı bir varlığın hareket ettiğini ve ses çıkardığını fark eden 3-4 yaşlarındaki çocuk, hareket etmeyen bir böcek veya kuş gördüğünde, hareketsizliğinin nedenini sorar. Ölümü yaşamın başka şekli gibi algılayan çocuk, hareketsizliği ve uykuyu ölüm ile karıştırır. 5 yaşına kadar çocuk, ölümü geçici ve geri dönülür bir olay gibi algılar. Ölen kişi onu duymakta ve görmektedir. Ölümü geri dönüşü olan bir ayrılık veya çok uzaklara gidiş olarak algılayan çocuk, beklenti içine girer. Bu da çocuğun ölen kişiden kopmasını zorlaştırır. Benmerkezci olan bu yaş çocuğu, ölümü kendisine verilen bir ceza veya kötü davranışının sonucu gibi algılar.

3) 6-10 yaş dönemi: 6-10 yaşları arasında çocuk ölümün geri dönülmez, kaçınılmaz olduğunu ve sona erme olgusunu içerdiğini algılamaya başlayan çocuk, benmerkezci düşüncenin azalması ve bilişsel becerilerinin artmasıyla ölüm kavramına daha gerçekçi yaklaşır. 9-10 yaşlarında artık yerleşen zaman, mekan, nicelik ve nedensellik gibi kavramlar sayesinde çocuk, ölüm ile yaşamı mantıksal temelde ayırt edebilir.

Ölenin kaybına bir neden bulabildiği ve bunu kavrayabildiği zaman ancak kendi suçluluk duygusundan uzaklaşabilir, ölümün ona verilen bir ceza olmadığı sonucundan ve çevresini suçlamaktan kurtulabilir. 9-10 yaşlarında ölüm kavramının, yetişkin düzeyine ulaştığı görülür.

Günün birinde çiçeklerin, hayvanların ve insanların ölümünün çarpıcı gerçekliğini deneyimleyen çocuğa ölüm nasıl açıklanmalıdır?

Çocuğa bu tür haberler verileceği zaman ortam mümkün olduğu kadar dikkatli seçilmelidir. Bir bahçe veya parkta, doğadan örnekler verilerek, ”öldü” sözcüğü kullanılarak, çocuğa yaşam ve ölüm açıklanabilir.Ölümü açıklayanın inancı ne olursa olsun, ölen gökyüzünde, yıldızlarda, uyuyor, Allah Baba’nın yanında veya başka bir insanın vücudunda yeniden doğacak gibi açıklamalardan kaçınılmalıdır. Yakınını kaybeden çocuğun ağlamasına izin verilmeli, acısını ifade biçimine saygı gösterilmelidir.Yetişkin kendi duygusunu paylaşmalı, gözyaşını gizlememeli ve çocuğa sıkıca sarılmalıyı ihmal etmemelidir. Yetişkin o anda çocuğa güçlü görünmek, duygusunu bastırmak zorunda değildir. “Büyükbaban öldü, artık nefes almayacak, kalbi atmayacak, yürümeyecek, yemeyecek, acı duymayacak,hiçbirşey hissetmeyecek” şeklinde konuşmak, duygu paylaşmak, ölen kişinin resimlerine bakmak, çocuğun bilişsel düzeyde ölümü anlamasına yardımcı olur.

Çocuk cenaze törenine gelmeli mi?

Bir çok yetişkin tören sırasında kontrolünü kaybetmekten,çözülmekten, ağlamaktan, başkalarının söyleyeceklerinden ve başkalarıyla karşılaşmaktan korkar. Ne yazık ki, acıdan ve sonunda yaşanacak aşırı tepkilerden korkmak, çocukları da incitme korkusunu içerir. Mevlutlar ve okunan dualar hakkında çocuğu bilgilendirmemek, o sırada yaşanan duyguları bastırmak, hem kendine hem çocuğa haksızlıktır. Çocuğun cenaze törenine katılıp, katılmaması, yaşına, özelliklerine, isteğine ve ailenin kararına bağlıdır. Yakınını kaybeden çocuk, ergen ve yetişkin,

1) şok ve uyuşma

2) inkar ve reddetme

3) özlem, kırgınlık ve öfke

4) üzüntü ve umutsuzluk,

5) yeniden yapılanma şeklindeki yaş evrelerinden geçer.

1. Şok ve Uyuşma: Ölümü konduramama ve gerçeği algılayamama, uyuşukluk ve karmaşa hissetme evresidir. Bazı insanlar bu evrede ağlayamaz. Çocuğun ilk anda tepki göstermemesi, ana-babaların ve diğer yetişkinlerin akıllarını karıştırır. Çocuğun ağlamamasından anne baba endişe duyar, oysa ilk anda ağlamamak, yetişkinlerde de izlenen doğal bir şok davranışıdır. Ölüm, adım adım kabul edilecektir. Bu süreç, zor durumlarla başa çıkmayı kolaylaştıran yararlı ve gerekli koruyucu bir mekanizmadır.

2. İnkar ve Reddetme: Gerçeği inkar etme, algılayamamaktan çok algılamayı reddetmekdir, kaygıyı azaltır.

3. Özlem, Kırgınlık ve Öfke: Özlem: günlük kucaklaşmalardan, kaybedilen kişiyle birlikte olmanın sağladığı güven duygusundan, ödevlerinde yardım almaya, beraber televizyon izlemeye kadar pek çok şeyi kapsar. Kendinden farklı, kayıp yaşamamış çocukların yaşantısını görüp kendi yaşayamadıklarını kavradıkça, özlemin acısı daha da artar. Çocuk, bazen yetişkini tedirgin etse de, fotoğraflara tekrar tekrar bakmayı, kaybettiği yakını hakkında anılar duymayı isteyebilir. Bunları sağlamak, duyulan özlemi bir süre azaltabilir. Küçük çocuklar duydukları üzüntüyü, özlemi, öfkeyi açık biçimde gösterirler, tekme atarlar, itip kakarlar. Ölümü kişileştirerek, sevdiklerini aldığı için ölüme kızarlar, bu olayın olmasına izin verdiği için Tanrı’ya kızarlar, bu olayı engelleyemedikleri için diğer yetişkinlere kızarlar, ölümü engelleyemedikleri için kendilerine kızarlar. Bu dönemde öfkeyi dışa vurmanın uygun yolları aranmalı ve çocuğun duygularını dile getirmesine fırsat verilmelidir.

4. Üzüntü ve Umutsuzluk: Özellikle çok küçük çocukların üzülme süresi daha kısadır, genellikle uzun bir dönem boyunca da üzüntü duymazlar. Ancak üzüntü başka biçimlerde ortaya çıkabilir. Başkalarından uzaklaşarak, kendi başına kalarak, içine kapanarak üzüntü yaşanabilir. Çocuklar anne-babalarını üzmemek için de üzüntülerini göstermeyebilirler. Bazen ağladıklarında, kaybettikleri kişi için değil de başka nedenle ağladıklarını öne sürerler. Bu süreç, gerçek yasın yaşandığı, geri dönüşün olmayışının ve sona ermenin kavrandığı dönemde yaşanılan umudun, beklentinin bitmesidir..

5. Yeniden Yapılanma: Duyguların daha çok konuşulduğu, ölen kişiye veda etme gereğinin duyulduğu, özlemin bitmeyeceğinin, üzüntünün her saniye yaşanılamayacağının anlaşıldığı, dışa dönmenin yaşandığı, hayatın ölen kişi olmadan da güvenli şekilde devam ettiğinin kabulü ile karmaşık duyguların yaşandığı dönemdir. ”Hayat devam ediyor, kaybettiğimiz birey bizimle olsa da olmasa da!”

“Hayat geçmişe bakarak ve ileriye doğru yaşanılarak anlam kazanır” (Kiegard). Şimdiyi, gerçeği “sevgi” ile yaşayalım.


Kayıptan-Sonra-Yaşama-Tek-Ebeveyn-Olarak-Devam-Etmek.jpg

Yazar : Layza OVADYA, Uzman Psikolog – Oyun ve EMDR Terapisti

Hayatın başlangıcında insan yalnız değil, annenin rahminde güvende. Hayata çıkışta da insan yalnız değil, yine anne ve anneye eşlik eden kişilerle hayata, kalabalık bir şekilde karşılanmakta! Ancak, insanoğlunun çaresiz kaldığı gerçeklerden biridir, ölüm kavramı. Belki de ölen kişi açısından da, kalan kişiler açısından da, insanın gerçekten tek başına deneyimlediği ilk olgudur. Ölen kişi hayata tek başına veda etmekte, kalanlar ise acılarını kendi yapılarına ve yaşlarına göre, birbirlerinden farklı olarak yaşamaktadır. Bu yas evrelerinden önce, çocuğun gözüyle ölümü algılama şekline değinmek gerekir.

Çocuğun bir yakınını kaybetmesinin derin etkisi, yetişkininkine benzer ve ölüm kavramının gelişiminde izlenen yas evreleri vardır. Genellikle 3-4 yaşında ölüm kavramı, sürekli ve geri dönülmez bir olgu olarak algılanmaz; 5 yaşlarında ise artık korkutucu olmaya başlar, çünkü ölümün, geri dönüşü olmayan bir bitiş olarak algılanmasının, temelleri oluşmaya başlar. Bu dönemde oluşmaya başlayan ölüm korkusunun altında yetişkinden farklı olarak, yalnız kalma korkusu yatar. 6-10 yaşları arasında çocuk, ölümün kaçınılmaz ve sona erme olgusunu içerdiğini algılamaya başlar. 9-10 yaşlarında yerleşen, zaman, mekan, nicelik ve nedensellik gibi kavramlar sayesinde çocuk, ölüm ile yaşamı mantıksal temelde ayırt eder. Ölenin kaybına bir neden bulabildiği ve bunu kavrayabildiği zaman ancak kendi suçluluk duygusundan uzaklaşır, ölümün ona verilen bir ceza olmadığı sonucundan ve çevresini suçlamaktan kurtulur. 9-10 yaşlarında ölüm kavramının, yetişkin düzeyine ulaştığı görülür.

Yakınını kaybeden çocuk, ergen ve yetişkin, şok ve uyuşma, inkar ve reddetme, özlem, kırgınlık ve öfke, üzüntü ve umutsuzluk, yeniden yapılanma şeklindeki yas evrelerinden geçer. Her ne kadar sıralama bu şekilde gelişse bile, insan sevdiğini kaybettiğinde ölümü yeniden, gerçekten ve kendine ait bir üslup ile öğrenir. ‘Çocuklardan Tanrıya Mektuplar’ kitabında, Jane isimli bir çocuk ‘insanların ölmelerine izin verip, yenilerini yapmak yerine, neden elindekileri tutmuyorsun?’ diye özlem, kırgınlık ve öfke evresindeki bir çocuğun duygularını örneklemektedir.

Çocuklar, yaşamın acı gerçeklerini biz istemesek de öğrenirler, arkadaşının büyükannesi – büyükbabası – annesi – babası – balığı… derken kaybın verdiği o yoksunluk duygusunu ancak kendi başlarına geldiği zaman anlayabilirler. Ölüm sözcüğü neredeyse bir tabu, hatta olay olduğunda ‘öldü’ yerine başka ifadelerle anlatılmaya çalışılır; ‘melek oldu, yıldızlara gitti, cennete gitti, başka boyuta geçti…’. Ölenin eşi, ondan söz ettiğinde de yanındakiler konuyu değiştirmeye çalışır. Oysaki, sevdiğimiz birini kaybettiğimizde, gözyaşı dökmenin, onun hakkında konuşmak istemenin nesi yanlış olabilir? Çocuklarımız bizi gülerken görüyorlarsa, ağlarken de görebilmeliler. Ölüm konusunun tabu olmadığı, sorulan sorulara çocukların yaşına ve algısına göre gerçekçi cevapların verildiği, varsa söz konusu hastalığın açıkça anlatıldığı ve en önemlisi duyguların saklanmadığı evlerde çocuk, ciddi bir kayıp için daha iyi hazırlanmış olur. Yine de yetişkinin bile bir kayıp için hazırlanması çok güç iken, bu çocuk için daha zordur. Yaşanacak üzüntü ve şoku engellemek mümkün değil ancak, çocuk, yaşamındaki ebeveyn ile konuşabiliyor, duygularını paylaşabiliyor ve aynı şekilde karşı taraftan da bunu görebiliyorsa; yalnız bu bile çocuğu rahatlatmaya yetecektir. Amaç üzüntüsünü unutması değil, konuşarak duygularını paylaşması olmalıdır. Çocukların kolay unuttuğu ile ilgili bir kanı vardır, belki de bu, çocukların, ağlarken birkaç dakika sonra kahkahalarla da gülebilmesinden kaynaklanıyor olsa gerek! Bilinmelidir ki, çocuk da, yetişkin gibi yaşadığı her yeni deneyimde üzüntüsünü hatırlayabilir; ‘okul çıkışı herkesin babası yanındaydı ama benim değildi’…

Çocuk yas sürecini yaşarken, öfke ve inanamama gibi duyguların yaşandığı, ona destek olan kişilerce de bilinir, sevecenlik ve anlayış ile yaklaşılabilinirse, kalan ebeveyn ile ilişki daha da kuvvetli ve sessiz bir iletişim içinde devam edebilir.

Yapılan araştırmalara göre, ölüm karşısında verilen ilk tepki şoktur: Çocuk sessiz sessiz geri çekilebilir veya çığlık çığlığa ağlayabilir. Dikkatini başka tarafa çekmeye çalışmak üzüntüsünü sadece bastırır, üzüntüyü ortadan kaldırmaz. Çocuğa sarılarak, ağlamasına, üzüntüsünü yaşamasına, kaybettiği kişi hakkında konuşmasına fırsat verilmelidir.

Diğer bir tepki olan inkar evresinde, sevdiği insanın öldüğünü bildiği halde, sanki geri gelecekmiş hissinin yaşanması durumu vardır. Özlem evresi ise biraz daha gerçekçi bir kısımdır. Özlem duyulan kişinin yokluğu içlerinde korku oluşturur ve umutsuzluk evresi yaşanmaya başlar. Yakınını kaybeden çocuk, yeniden ağlamaya bağırmaya başlayıp, okula gitmeyi rededebilir. Umudu gerçekleşmeyince öfke ortaya çıkartan çocuk, kendisini bırakıp giden kişiye, Allah’a… kızgınlık yaşayabilir ve bunu hareketleriyle gösterebilir; kalan kişiye, arkadaşlarına öfkeli davranabilir, oyuncaklarını kırabilir… Ona destek olan yakın çevresiyle çocuk da yetişkin gibi yeniden yapılanma sürecine girer, bu evrede kabullenme başlamış ve üzüntüsü hakkında konuşabilmeye başlamıştır.

Bu aşamalar için kesin bir zaman sınırlaması yoktur. Yakınını kaybetmemiş kişiler bazen, yasın sona ermesinden söz ederler; ‘artık iyisin değil mi?’, ‘aradan 6 ay geçti hala mı ağlaman geliyor?’ gibi sözler ile karşısındakini hayal kırıklığına uğratarak kızgınlık yaratabilir. Ölümle nasıl başa çıktığımız, kayıptan hemen sonra alabildiğimiz desteğe de bağlıdır, bu tür sözlerin içimizdeki gücü eritmesine izin vermeyip, duygusal olarak hazır olmak gerekir.

Bir çocuğa anne veya babasının öldüğünü söylemek, kalan ebeveyn için karşılaşabileceği en zor durumlardan biridir. Çocuğun yaşı ne olursa olsun, ”öldü” sözcüğü kullanılarak, olayın hemen ardından söylenmelidir. Bunu söylerken ev dışında, her zaman gidilmeyen bir park, bahçe… seçilerek, çocuğu kollarınızın arasına alıp, sarılıp ağlamasına izin verilmeli, acısını ifade biçimine saygı gösterilmelidir. Yetişkin de kendi duygusunu paylaşmalı, gözyaşını gizlememeli, o anda çocuğa güçlü görünmek, duygusunu bastırmak zorunda değildir.

Çocuğun cenaze törenine katılıp, katılmaması, yaşına, özelliklerine, isteğine ve ailenin kararına bağlıdır, ancak katılacaksa yanında onunla ilgilenecek bir yetişkin mutlaka olmalıdır. Törenin nerede yapılacağını, neler olacağını anlatarak, çocuğu hazırlamak gerekir.

Kayıptan hemen sonra kalan ebeveyn olarak, hem anne hem baba olmaya çalışıp kendinize haksızlık etmeyin, çünkü kaybın yerini kimse tutamaz. Fakat, ölen kişi hakkında konuşmak, ölen kişinin resimlerini kaldırmamak, anıları canlı tutabilmeyi deneyebilirsiniz. Yas, aslında sona ermez, çünkü anılar bizimledir ve bize dayanma kuvveti vererek yaşam diyarında bizi daha güçlü kılar.

Çocugum ve Ben Dergisi, Şubat 2007, sayı 44 sayfa 60/62


Simge Psikoloji Çocuk, Genç ve Aile Danışmanlık Merkezi, Simge Oyun Terapisi Eğitim Merkezi’nin kardeş kuruluşudur. Simge Oyun Terapisi Eğitim Merkezi YALNIZCA MESLEKTAŞ EĞİTİMİNE yönelik hizmet vermektedir.